Dükkanı çarşı içinde, İnönü Caddesindeki Şekerci Yusuf Çavuş’un dükkanının tam karşısında olan ve babasından öğrendiği sanatını sürdüren, Demirci Öksüzün Halim Ağa lakabıyla anılan Halim Ustanın demirci dükkanı vardı.
Halim Ağa abdestinde, namazında, kendi halinde, yaklaşık elli yaşlarında olan, bu güne kadar çok çırak yetiştirip dükkan sahibi yapmış, hali vakti yerinde, hayır yapmayı seven bir kişiydi.
Gerede’nin yakın köylerinden gelenlerin sapan, kazma, kürek, tırmık gibi tarım aletleri ihtiyaçlarını yapımı ve satımı üzerine demircilik yapardı. Gıncallar köyündeki bir miktar tarlasını ortakçı çalıştırmak suretiyle işletiyor ve oradan gelen buğday mahsulünü değerlendirerek ailesine rahat bir geçim temin ederdi. Köyünden hakkına düşen otu samanı da ilçeye taşıttırıp, kış günlerinde, ahırda bulunan bir iki ineğe buzağıya yedirirdi.
İşte o gün, Ramazan Bayramına hafta kala, evinden Halim Ağa’nın dükkanına, çarşı fırınında pişirttirilmek üzere, iki tepsi baklava gönderilmişti. Akşamına da iki sofralık, otuz kişiye yakın davetlisi vardı. Mübarek Ramazan akşamı ölmüşlerinin ruhları için komşulara ve eş-dost tanıdıklara aş dökülecekti. Halim Ağa, kalfasıyla tepsileri fırına göndermişti. Dükkanda şerbetleri hazırlanmış, fırından gelen tepsilere uygun bir şekilde dökmüş ve dinlendirmek üzere dükkanının arka tarafındaki serince bir yere bırakıp, börtü böcek düşmesin diye de üstlerini gazete kağıdıyla kapatmıştı.
Baklavaları görünce Halim Ağa, Çolağı hatırladı. Kendi kendine gülümsedi. Kendi köylüsü olan Gıncallar’lı Çolak Hamdi, her gelişinde bizim Halim Ağa’ya serzenişte bulunur ve; ‘’ Yahu Halim Ağa, yıllardır bana baklava yedirmiyorsun. Allah rızası için bir baklavanı yiyin. Eğer bir emr-i hak (ölüm) vaki olursa gözüm açık gidecek. Ölmüşlerinin ruhu için, hiç olmazsa bu ramazan bana bir baklava yedir’’ dermiş.
Bülbülü an, kafesini hazırla misali, işte tam bu sırada, omzunda heybesi, Çolak Hamdi dükkandan içeri girdi. Karısının bir haftadır hazırladığı az biraz yağ, yoğurt, peyniri satmak ve karşılığında gaz yağı, tuz, şeker, pirinç gibi bazı ihtiyaçlarını karşılamak için şehre gelmişti.Bu arada da Halim Ağa’ya uğramıştı. Heybesini dükkana bırakıp, çarşıda alış-verişe çıkacaktı. Hoş-beş ve hal-hatır sormadan sonra, Çolak yine yılışık haliyle yıllardır dediğini tekrarladı ve baklava istedi.
Oruç zaten Halim Ağa’nın başına vurmuştu. Tütünsüzlükte beynini döndürmüş, iyice sabırsızlandırmıştı.Bu kerahet vaktinde zaten kızmaya bahane arıyordu. Çok kızdı, kızdığını belli etmedi.
Böyle bir mübarek bir günde, gönül kırmasını sevmiyordu ama bu Çolak ‘da çok olmuştu ha. Bir hışımla dükkanın arkasına gitti, tepsilerden birini aldı getirdi. Başına vurur gibi olmamasına özen göstererek Çolağın önüne koydu. Üst yufkaları nar kızarmış, şerbetini içmiş baklavadan gözlerini ayıramayan Çolağa; ‘’ Al ulan Çolak’’ dedi. ‘’Al seyret de bari, evvela gözün doysun.’’
Sonra yine dükkanın arkasına gitti. Oradan, rafların birisinden satılmak için ayrılmış bir küçük helke (saplı bakraç) buldu. ‘’ Şuna biraz baklava doldurayım da, götürsün köyünde iftar sofrasında çoluk-çocuğuyla ağızları tatlansın’’ diye düşündü. Uzun süre rafta kalmış olan helkenin içinin tozlanmış olduğunu gördü. Kızgınlığına rağmen, içine sinmediğinden, dükkanın arka avlusundaki muslukta sabunlayarak yıkadı. Bakracın ıslak kısmı biraz kurusun diye salladı. Temiz bir bez bulamadığından kurulayamadı. Çünkü ıslak zemine baklava dikilerini (dilimleri) doldurursa tadı kaçardı.
Velhasıl orada biraz oyalandı. İkindi namazı için abdestini aldı ve dükkana, Çolağın olduğu tezgah bölümüne geldi. Dönüşünde tezgahtaki manzarayı görünce, hayretten ve şaşkınlıktan küçük dilini yutuverecekti.Tepsinin içinde hiç baklava kalmamıştı. Gördüklerine inanamadı. Çolak Hamdi Halim Ağa’nın yokluğunda tepsinin içindeki baklavayı yemiş bitirmiş, tatlı bulaşığı olmuş parmaklarını yalıyordu. ‘’Ağa be şurdan Hacı Bis’in furunundan bi bazar ekmeği alıversen de, ayıp olmazsa, ölmüşlerinin ruhu için, tepsideki şu şerbetini de bir ekmeğinen sıyırıversem, dokunur mu ki acaba?’’ Halim Ağa beyninden vurulmuşa döndü.
Diyeceği lafları şaşırdı. Mübarek günü, gönül kırmama özenini bir tarafa bıraktı; ‘’ Ananı bile beller ulan! Ananı bile beller ‘’ diye höykürdü. Bu güne kadar hayatta bir tepsi baklavayı bir oturuşta yiyip bitiren birini ne duymuş ne de görmüştü. Hadi bunu bir tarafa bırak, akşama davetlilere ne ikram edecekti? Bir duyan olsa memlekette, şu ıduksuz (gözü aç) köylüsünü def’e koyup çalarlardı. Bu ne görgüsüzlüktü ya rabbi! Bu ne biçim Aç gözlülüktü? ‘’Ulan Çolak’’ dedi bir hışımla , ‘’şurada, kaç rezilliği bir arada yaptın. Bir; akşama ben misafirlere ne ikram edeceğim?, İki; bu bir tepsi baklava hangi müslümanın midesine sığar?, Üç; bu kadar kısa zamanda nasıl bitirdin ulan?,
çiğnemeden mi yuttun?, Dört; hem sonra bu mübarek günde orucun ne oldu ulan?’’
Çolak, Halim Ağa’nın baştan beri saydıklarını hem yarı güler gibi dinliyor, hem ciğer yemiş kedi gibi parmaklarını yalıyor, hem de hala tepsideki şerbetten gözünü alamıyordu. Fakat Halim Ağa’nın son cümlesi, kafasına hamam tokmağı inmişti. Tatlısını yaladığı işaret parmağı ağzında kalakaldı. Şaşırmış insanların takındığı yüz mimikleriyle, gözleri fal taşı gibi açılmış kalmıştı. Baklavayı, şerbeti, doyumsuzluğu unuttu. Yüce Allah’ına ait olan ait olan orucunu bozmuş olma korkusu benliğini sarmıştı. Elini kolunu, tutunacak bir dal arar gibi boşlukta bir iki salladı. ‘’Elhamdülillah, kesene bereket, ölmüşlerinin ruhuna değsin’’ bile diyemeden sokağa fırladı. Hayret ki hayret! İçi şerbet dolu tepsiyi tezgahta unutmuştu.
Dükkanın önünde öylecene birkaç dakika durakladı. Sağına soluna boş gözlerle bakındı. Elinde bir ermiş gücü olsa yüce Allah’ına soracaktı; ‘’orucum sakatlandı mı?’’ diye. Halim Ağa’ysa, hala kafasını iki yana sallayıp ‘’ innallahe maas sabirin’’ çekiyordu. Çolak, Hacı Emin Efendi’nin camisine doğru gidiyordu. Müftü Kemalettin Efendiye soracaktı. ‘’Bilmeden, kasıtsız olarak ve de mübarek orucunu unutarak bir tepsi baklavayı yiyivermek orucu bozarmı?, bozmaz mı?, kefareti olur mu? Yoksa altmışbir oruç cezasını yükümlenmişmiydi? ‘’ Fetva alacaktı. Bir kere olan olmuştu. Geri dönüş yoktu.Cezası kefareti neyse çekecekti. Ceza altmışbir oruç da olsa değerdi.
Bu kadar yıllık ömründe, rüyasında bile görse inanamıyacağı bir olay gerçekleşmişti. Bir tepsi baklava yalnızca kendi zatına mahsus olarak önüne konmuştu ya, cezası altmışbir oruç bile olsa, gerisi boştu. Allah canına sağlık verirse Şubat ayının kısa günlerinde yaradan’ına altmışbir borcunu da hayırlısıyla öderdi.
Gıncallar’lı Çolak ne bilsindi, bir zamanlar bir şair de, kendisi gibi bir duruma düşmüş şöyleki :
Şair, bir fetva almak kaygısıyla bir Bektaşi şeyhine sormuş;
Çıksa bir dilber-i ahu, olsa savm-ı Ramazan;
Dilber-i ahu mu efdal, yoksa savm-ı Ramazan?
Şeyh’te, herhalde gençliğinde eski kulağı kesiklerden olmalı ki, şöyle yanıtlayıp fetvasını vermiş;
Fırsatı fevt etme dinar
sür sefasın dilberin
Olur kazası savm’ın, olmaz kazası dilberin.
Allah’ın rahmeti ve selameti onların üzerine olsun…